Open/Close Menu Ben gelmedim davi için, benim işim sevi için...

Arapça bir deyim vardır: “el-rûh-ı mebhûsa hâhna”… Anlamı “ruh hiç hapis olunur mu?” şeklindedir.

Bu soruyu kendimize soralım: Görünmeyen, elle tutulmayan bir varlık kontrol altına alınabilir mi? Tabiî ki hayır. Şehirler de canlı varlıklardır. Biz göremesek de her şehrin bir ruhu vardır. Örneğin insanın görünen bir yapısı, fiziki görünüşü, saçı, gözü, boyu posu vardır; ancak ona anlam katan, irade koyarak kararlar almasını sağlayan bir ruhu vardır. Ruh bedenden çıktığı zaman fiziki görünüş de işlev ve anlamını yitirir. Bedenden ruhun çıktığını gözlerimizle göremeyiz ama canlının öldüğünü anlarız. Tıpkı şehirler de böyledir; ruh yok olmaya başladığında şehirler de ölür. Şehirlerin fiziki görünüşünü oluşturan binalar, meydanlar, caddeler, iş merkezleri, parklar, limanlar ve okullardır. İnsan merkezli estetik kaygılarla inşa edilen ve toplumun asırlardır içinde yaşadığı harmanlanmış kültürü yansıtan yapılar olduğunda o şehirde ruh var demektir. Şehrin ruhu, o şehirde yüzyıllardır yaşayan insanların oluşturduğu anlamlar bütünüdür Şehre ruh kazandıran, medeniyet ve kültürdür. Şehirler bir toplumun kültürel gelişmişliğinin kendini gösterdiği yerlerdir. Söz kültüre gelmişken bu önemli kavram tarif etmeye çalışalım: Bir toplumun tarihsel süreç içinde ürettiği ve kuşaktan kuşağa aktardığı her türlü maddi ve manevi özelliklerin bütününe kültür denir. Kültür, genel olarak iki öğeden oluşur: a- Maddi Kültür Öğeleri: Binalar, her türlü araç-gereç, giysiler vb. b- Manevi Kültür Öğeleri: İnançlar, gelenekler, normlar, düşünce biçimleri vb. Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre kültür: “Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünüdür.”

Kültür, bir milletin yaşamasını kolaylaştıracak olan bilgi birikimi; medeniyet de bukültürün maddî alanda ortaya çıkışıdır. Yani medeniyet, bir anlamda maddî kültürdür. Kültür ve medeniyet bakımından yeterince gelişmeyen şehirler, ruhsuz şehirlerdir. Ruhu olmayan şehirler ise ölü şehirlerdir kuşkusuz. Şehirlere ruh vermek, o şehirlerde yaşayan toplumlara düşer. Şehre ruh katabilmemiz için asırları aşıp gelen bir derinliğe ve bilgeliğe sahip toplumlar oluşturmalıyız. Her hareketimize, her yaptığımız yapıya arınmış ve süzülmüş kültürümüzden üflemeliyiz ki kendi medeniyetimizi kurmuş olabilelim. Bu konuda yol gösterici olması bakımından Hacı Bayram Veli’nin şu sözü önemlidir. “İnsan, şehri inşa ederken aslında taşın toprağın arasında kendisini inşa eder. Gönülde her ne var ise, şehir olarak görünür. Gönlü taş olanın şehri taş, gönlü aşk ile dolu olanın şehri gülistan olur”. Bir medeniyet tasavvuru olmayan, asırlardır birikmiş bir kültür hazinesine sahip olmayan, inşa ettiği eserlerle geçmişle bağını kuramayan bir milletin şehirleri ruhsuz olur. Medeniyetimizi ve kentimizi kadim kültürümüzden süzülen değerler ile inşa ettiğimizde üzerinde yaşadığımız şehir belli bir ruh kazanır; şehir ruh kazandığı zaman üzerinde yaşayan halka da kimlik kazandırır. Medeniyet ve şehrimizin insan merkezli oluşturulmasına güzel bir örnek, Fatih Sultan Mehmet’in “Hüner bir şehir bünyâd etmektir. Reâyâ gönlün âbâd etmektir” şeklindeki mısralarıdır. Fatih bunu derken asıl amacın şehir imar/inşa etmek değil, gönül tamir etmek olması gerektiğini ifade etmektedir. Bilge Mimar Turgut Cansever de “İnsanın dünyadaki en önemli vazifesi dünyayı güzelleştirmektir” tespitiyle insanın yaşadığı şehir/kent, kasaba, mahalle ve köyün özellikle de şehrin medeniyetimizin izlerini taşıması gerektiğini söylemektedir. “İnanç zihniyeti, zihniyet hayatı şekillendirir.” İnsan hayatının, içinde şekillendiği pota veya kalıplardan birisi de “mekân”dır. Mekânları zihniyetimize göre şekillendirdiğimizde şehirlerimizi imar etmiş oluruz.

Şehirler konusunda Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, “Sadece betondan, asfalttan, metalden ibaret bir şehir, ruhu olmayan mekanik bir şehirdir. Biz yaşayan bir varlık olarak gördüğümüz şehirlerin ruhu olmasını, kimliği olmasını, özgün olmasını arzu ediyoruz. Amacımız şairlere, ressamlara, bestekârlara ilham verecek şehirler, yerleşim alanları inşa etmektir” diyor bir konuşmasında. Şehirler temiz sokaklara, geniş caddelere, yüksek binalara sahip olduğu zaman değil ruha ve medeniyete kavuştuğu zaman kalkınmış, gelişmiş ve dirilmiş olur. Ahmet Davutoğlu Hoca da bir konuşmasında “Bin yılı devirmemiş şehir gerçek anlamda bir mekân, tarihin testinden geçmiş bir şehir değildir” diyerek şehirlerimizin gerçek şehir olabilmesi için tarihi derinliği olan, köklü geçmişe sahip, üzerinde farklı kültür ve medeniyetlerin izlerini taşıyan şehirler olması gerektiğini belirtmektedir. Medeniyetimizin inşa yerleri medinelerdir/şehirlerdir. Kültürü, istikameti ve ruhu olmayan şehirler, bir medeniyet tasavvuruna sahip olamayan şehirlerdir. Bir şehrin gizlerine ve derinliğine ulaşabilmek, şehrin tarihsel derinlikteki fısıltılarını duyabilmek için o ruh derinliğine sahip insanlar yetiştirmeliyiz. Böyle insanlar yetiştirmeliyiz ki; kentleri birbirinden farklı kılan kimlikler oluştursun ve bu kimlikler korunup ihya edildikçe şehirlerin ruhu inşa edilmiş olsun. Roland Barthes, “Şehirler bir yazıdır, gezenler ise bir okur” diyerek şehirlerin üzerinde gezenlerin iyi ve bilinçli okur olmasının şehri yazanların daha özenli ve dikkatli olmasını gerektireceğini söylemektedir belki de. M. Şerif Onaran da “Bir kentin ruhu varsa, o kenti şiirinde, yazısında yeniden kuran edebiyatçılar olduğu için vardır” diyerek şehrin cadde ve sokaklarında, bina ve salonlarında edebiyat, tarih, musiki ve görsel sanatların izlerini yansıtan medeniyet eserlerinin yapılması ve şehrin siluetinin sanat eserleriyle bütünleşmiş olması gerektiğini söylemektedir. Ümit Yaşar Oğuzcan’ın “Bu Şehir” şiirinde sorduğu soruya cevap bulabilmeliyiz; “Bu nasıl şehirdir böyle? Bütün sokaklar Utrillo’nun ellerinden çıkmış Bütün evlerde Dufy’nin renkleri” Şehirlerimiz tek düze, seri üretim yapan fabrikada üretilmiş bir makine ya da mamul bir ürün olmamalıdır. Şehirleri kuracak ve onlara ruh verecek olan bizleriz. Şehirlerin sembolleri olmalı. Sembollerini oluşturan zihniyet o şehri yöneten iradenin izlerini ve o zihniyetin o şehirdeki etkisinin seviyesini belirler. Şehirleri ayırt edici bir kimlikle inşa etmek, yüzlerce, binlerce yıl sonrasına mesaj vermenin bir yoludur. Üzerinde yaşadığımız şehirlerin kimliklerini oluşturmak ve şehirlerimize ruh kazandırmak ötelenemez sorumluluğumuzdur. Necip Fazıl Kısakürek, “Şehrin Kalbi” şiirinde şöyle diyor: “Nur yolunu tıkıyor yüz bir katlı gökdelen Bir küçük iğne yok mu, şehrin kalbini delen?” Batılı modern kent mekânlarının insanımızın hayatına getirdiği olumsuzlukları aşıp şehrin kalbine ulaşmak için iğne ile yol bulmaya çalışan bir toplum haline gelmişliğimize üzülmeliyiz. Şehrimizi ve mekânlarımızı insan merkezli, Batılı soyut ve soğuk yapılardan arındırarak, yerli, sıcak ve kuşatıcı yapılar topluluğu haline getirelim. Her şehrin ruhu olmayabilir ancak yaşadığımız şehre ruh kazandırmak bizlerin görevi. Çünkü yaşadığımız şehir bize, biz ona bakacağız her gün. Nazım Hikmet demiyor muydu; “iki şey vardır ancak ölümle unutulur: anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü.”

Mehmet Mazak

Write a comment:

*

Your email address will not be published.

© 2020 - Mehmet Mazak

logo-footer