Necla Dursun
Herkesin şehirlere ait algısı farklıdır. “Şehir” denilince kiminin aklına kalabalık bir insan topluluğu gelirken kiminin gözünde gökdelenler canlanır. Kiminin hafızasında kaotik bir yaşam tarzı belirirken kiminin kulaklarında dinmek bilmeyen klakson sesi çınlar. Algıdaki tüm bu farklılıklara rağmen şehrin seslerle ifade ettiklerinde birleşildiği görülür. Örneğin; Paris‘e gidenler, yaş alırken yaşlanmayan zarif bir hanımefendinin topuk seslerini duyarlar. Tokyo‘ya gidenler zamansız tasarımların dinginliğinde kendi iç sesini dahi işitebilirler. Londra ‘ya gidenler “Tanrı kraliçeyi korusun!” nidalarını, Milano‘ya gidenler bu günün gerçekliğini taşıyan şıklığa karışmış telaşın seslerini duyarlar. New York ‘a gidenler gökdelenlerin hızını azalttığı rüzgârın cılız uğultusunu duyarken gözbebeğimiz İstanbul‘un sesleri hakkında da bir şeyler söylemek gerekir. Bu konuda edilecek üç beş kelamdan evvel Arnavut asıllı Makedon Yazar Kim Mehmeti’nin İstanbul ‘dan duyduklarına kulak verelim.
Kim Mehmeti, ilk gençlik çağlarında Merdivenköy’de ikamet eden halasının evinde geçirdiği zaman diliminde duyumsamaya başlar İstanbul’un seslerini. Aksaray’dan Eminönü’ne, oradan Kadıköy’e denizyoluyla geçtiği İstanbul’dur hatırladığı. Günümüzde bile her fırsatta İstanbul’a geldiğini,”Eski İstanbul” ile “Yeni İstanbul” karşılaştırması yaptığını söylemektedir. Bu karşılaştırmada eksik bir şeyler olduğundan dem vurmaktaysa da İstanbul’un sesinin kendisini sakinleştirdiğini ve bunun nasıl gerçekleştiği konusunda şaşkın olduğunu belirtmektedir. Ruhuna deva olan İstanbul seslerinin muadili olabilecek bir yatıştırıcıyla henüz tanışmadığını da sözlerine eklemektedir. (Demir, A. (2020). Balkan Kitaplığı. İstanbul: Ketebe. s:228)
İstanbul’un minör seslerinin birleşerek oluşturduğu bu büyük senfoniye olan tutkunluğu Kim Mehmeti özelinde irdeleyecek olursak konu hakkındaki beyanatın alt okumalarında şunları görürüz: Kadıköy iskelesinde bir anne; “Simit ister misin oğlum?” derken Fatih‘te saçları kırlaşmış bir bey; “Birer kahve içip iki çift lafın belini kıralım dostum.” demektedir. Beykoz‘da sokakları arşınlayan bir eskici; “Eskiler alırım.” diye seslenirken Eminönü‘ndeki kokoreççi; “En lezzetlisi burada.” diye haykırmaktadır. Taksim‘deki dolmuş kâhyası; “Doldu, kalkıyor, var mı gelen?” derken Üsküdar‘daki bir turist; “Where is the Kanaat Restaurant?” demektedir. Bu varyasyonlar milyon çeşitle arttırılabilirken içlerinde bir eksiklik dikkat çeker. O eksik bir melodidir ve boğaz boyunca ilerleyen bir araçtan duyulduğunda yapboz tamamlanmış olur. İnceden inceye duyulan bu nefis müzik; Yahya Kemal Beyatlı ve Münir Nurettin Selçuk ‘un altın birlikteliğinin mahsulüdür;
“Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.”
Geçmişten Gelen Derin ve Davudi Ses
Sadece ülke sınırları içinde değil dünya çapında gezdiği gördüğü şehirleri tahlil etme ve yorumlamaya çalışma noktasında kafa yormuş, dirsek çürütmüş değerli kültür insanı Mehmet Mazak‘ın raflarda yerini alan “Şehrin Sesi” adlı eseri bu yazımızın konusu olacaktır. Kitap hakkında yazmaya başlamadan önce oldukça kişisel bir betimlemeyi okurla paylaşmak uygun olacaktır. Paylaşacağım husus; Mehmet Mazak’ı Robert Redford’un başrolünü üstlendiği “Atlara Fısıldayan Adam” filmiyle özdeşleştirdiğimdir. Bunun sebebi; nazarımdaki Mehmet Mazak algısının “Şehirlere Fısıldayan Adam” niteliğinde oluşudur. Çünkü o, şehirlere çok şey söyler… Onlarla konuşur, dertleşir, hasbihal eder. İşin ilginç yanı şehirlerin bu sohbete iştirakidir. Evet evet, doğru okudunuz; şehirler Mazak’la konuşurlar. Bazen fısıltıyla, bazen haykırarak ama daima içtenlikle, samimiyetle… Mazak da bu konuşmanın tek bir harfini dahi kaçırmamak için dikkat kesilir. Hafızasına kaydeder. Gönlüne nakşeder. İşte tüm bunları gün gelir yazıya döker ve bizler “Şehrin Sesi” isimli kitabından okuruz.
“Şehrin Sesi” betimlemesi bazen bir gazetenin bazen de bir radyo programının ismi olarak karşımıza çıkarken arama sitelerine yazılırsa otel adı olarak tercih edildiği de görülebilir. Mehmet Mazak bu çok yönlü tanımlamaya “bir kitabın adı olma”yı eklediği eserini dört bölümden oluşturmuştur. Yeditepe Yayınevinden çıkan 176 sayfalık kitabın ilk bölüm “Şehir ve Mütefekkir”, ikinci bölüm “Şehir ve Medeniyet”, üçüncü bölüm “Şehir ve İstanbul”, son bölüm ise “Şehir ve Anadolu” isimlerini taşımaktadır. Alt kırılımlarındaki başlıklara bakmak ise bir coğrafi atlasa bakmak gibidir.
Mehmet Mazak’ın şehirlerden işittikleri çeşitlidir. Belki çok kişinin hiç duymadığı, duymak için gayret etmediğidir. O’nun yazdıkları; rüzgârının uğultusu, kaldırıma çarpan bisikletin pedalı, körüklü belediye otobüsünün hırıltısı değildir. O bambaşka bir sesten bahsetmektedir; geçmişten gelen, derin ve davudi bir sesten… O sesi şöyle anlatır kitabında: “Her şehrin bir tınısı, kendine has sesi vardır duymasını bilene, belki de bir şehre bağlanmamız ve sevmemizin arkasındaki en güçlü algıdır şehrin sesi. (s:17) Mudurnu, Göynük, Safranbolu, Beypazarı, Birgi ve Taraklı ‘ya ne zaman gitse eşyaların anlattığı yaşanmışlıkları sıralar paragraflarında; birer birer. Bu anlatıya askılı yoğurtçuyu, zerzevatçıyı, macuncu ve kalaycıyı eklemeyi de unutmaz. Çünkü İstanbul ‘un “dili bülbül kokulu Türkçe” dir, Bursa ‘nın dili Ahmet Hamdi Tanpınar, Konya’nın sufi, Nevşehir ‘in Hacı Bektaşi Veli ‘dir. Hüzün, korku ve endişe şehri olarak tariflediği Saraybosna ‘ya eş olarak Budapeşte ‘yi işaret etmektedir. Sonra Üsküp ‘ü, Üsküplü yazar Leyla Şerif Emin ‘in dizelerinden anlatmaktadır;
“Şehirler konuşur mu peki?
Herkesle değil.
Kiminle?
Yüreğine dokunanlarla sadece.”
Tam da şiirde bahsi edilen zatlardan biridir yani şehirler için “yüreğe dokunan”lardandır Mehmet Mazak.
İrfanlı şehirleri anlatan sayfalarda şehir ve hikmet anlamında yorumlarını eklerken daima gündemde olan “kent ve şehir” ayrımında kalem oynatmıştır yazar. Hatta bu iki terimi sesler bakımından ayrıştırmış ve inci gibi tane tane şu fikrini paylaşmıştır okurla; “Kentin sesi uğultu şeklinde, bozuk bir plağın kulaklarımızı tırmaladığı tonda, ritimsiz, akortsuz, gürültülü şekilde çıkar. Şehrin sesi, derinden gelen bir tını, bir hanek, bir nağme, bir sadelik, binlerce kişinin sahnede olduğu bir şefin kontrolünde tek yürek atan bir ses olarak işitilir.” Bu bölümü çok sevdiğimi, birkaç defa okuduğumu ve altını çizdiğimi bilmem belirtmeye gerek var mı?
Ahilik geleneği, “özbeöz İstanbullu” Ramazan mahyaları, “kayıkçı kavgası yapmak” deyiminin sosyolojik okuması hakkında derli toplu ve kolay anlaşılır bilgilerin olduğu sayfalar okuyanı bilgiyle bezemektedir. Ardından “Benim Adım Ayasofya” adlı bölüm ilgi seviyesi yüksekte ve seri bir şekilde okunmaktadır. Bu bölüm; bir parşömenin Babil’de başlayan, ordan oraya savrularak yüzyıllarca süren aşk ve şiir dolu yolcuğunun anlatıldığı İskender Pala ‘nın “Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk” adlı eserini anımsatmaktadır. Mazak, “Benim Adım Ayasofya” da eşyaların ruh kazanabildiğinin güzel bir örneğini sergilerken bu ve benzer anlatım türüne elverişli bir birikimi olduğu rahatlıkla söylenebilmektedir.
Şehrin Sesi’nde yazarın önceki eserlerinden farklı bir üslup tercihinin ayak sesleri duyulmaktadır. “Bana göre”, “benim muhayyilemde”, “bütün yüreğimle inanıyorum ki”, “-diye düşünüyorum”, “benim şehir anlayışım” gibi birinci tekil şahıs ve kanaat içeren ifadelerin sıklıkla kullanmasıdır bu tespitin sebebi. Kapağında türünün “deneme” olduğu görülen kitabın hem kategorisinin hakkını teslim ettiği hem de yazarı daha yakından tanımanın krokisini çizmeye imkân tanıdığı söylenebilir.
Kitapta beğeni dolu bir yaklaşımla birden fazla defa okuduğum şu pasajı yazmadan edemeyeceğim; “Şiir İstanbul” adlı bölümde şu satırlardır sözünü ettiğim; ” Bu şehre bazen Yahya Kemal gibi tepeden bakarız, Orhan Veli ile bu şehirde yağmur altında dolaşırız. Necip Fazıl ile ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur diye mırıldanırız. Vedat Türkali ile salkım salkım tan yelleri estiririz bu şehirde. Oktay Rıfat ile her dakikasını yarı hatırlarız, Özdemir Asaf ile Mihrabat Korusu’nun dar yollarında dolaşırız, Atilla İlhan ile Çengelköy ‘de unutulmaz erguvan kokusunu içimize çekeriz, Cahit Sıtkı Tarancı ile gökyüzü mahallesinde minareler katından geçeriz bu şehirde, Ümit Yaşar Oğuzcan ile caddelerinde eridiğimiz şehirdir, Ziya Osman Saba ile gözlerimizle kucaklarız bu şehri, Sezai Karakoç ile gökyüzünden ayı indiririz biz bu şehir İstanbul ‘da. (s:126-127) Alıntısını yazarken bile büyük keyif aldığım bu bölüm rengârenk bir çiçek demeti gibidir, efil efil İstanbul kokan.
Sonuç
Mazak, “şehirlerin hafızası, kalbi ve aklı olduğunu” inanmaktadır. Yaşanmışlıkların izleri ve sesleri taşıdığına da. Tıpkı şehirlerin kimlikleri olduğuna inandığı gibi. Şehirlerin görsel hafızasının seslerini işitsel hafızaya kaydının mümkünlüğünü anlattığı eserinde; Üsküp ‘ün Türk Çarşısı‘nın, Saraybosna’nın Başçarşı‘sının “buradayım, varım, yaşıyorum” diye haykırdığını söylemektedir. Bu haykırışı duymak için (sadece) minimum çabaya gereksinim olduğunun altını çizmektedir. Tıpkı gezip gördüğü şehirler içinde en çok etkilendiği şehirler listesinde başı çeken Budapeşte ‘nin gül kokusuyla hislere, simgeye dönüşmüş köprüleri ve mimarisiyle gözlere hitap ederken söyledikleri gibi. Kitapta yer alan birçok şehirden sadece birkaçı Roma, Edinburgh, Ohri, Atina dır. Kitapta birçok şehrin adı geçse de Mehmet Mazak’ın şehir terazisini kullanım kılavuzunun yegâne maddesi şudur: “Hafızanıza fotoğraf bırakmıyorsa siz o şehre tanıklık edemezsiniz.”
Mehmet Mazak – Şehrin Sesi
Yeditepe Yayınevi
2022 İstanbul
Write a comment: