
Sapanca’yı ilk defa 1983 yılında henüz 12 yaşımda iken İstanbul’a yaptığımız bir otobüs yolculuğunda gördüğümü hayal meyal hatırlıyorum. Sapanca’ya ilk seyahatim ve tanışmam ise üniversite yıllarımda 1993 yılında arkadaşlarımla bir hafta sonu trenle gittiğimiz piknik ve gölde yüzme şeklinde gerçekleşmişti. 2010 yılından itibaren Sapanca’ya dostlarımız sayesinde nufuz etme ve yakından tanıma şansına sahip oldum. Bu makalemde sizlerle Sapanca ve Sakarya’ya farklı bir pencereden bir tepeden bakacağız ve şehrin bize neler fısıldadığı keşfe çıkacağız.
Bir yaz günü ailece öğleden sonra İstanbul’dan yola çıkıp Sapanca’ya gelip göl kenarında güzel bir yürüyüş yapacaksınız . Göl kenarındaki kalabalığın arasında yürüyüşünüz esnasında dondurmacı, mısırcı, baloncuların vb. esnafın canhıraş bağırtıları arasında ve gölden yükselen nemin sizi yavaş yavaş halsiz bıraktığına şahit olacaksınız. Göl kenarındaki kafeteryalardan birine otorup çocuklarınız dondurma ve mısırlarını yerken sizde çay ve kahfenizi yudumlarken zamanın burada ne kadar yavaş aktığına şahit olacaksınız. Buradan şehrin merkezine gidip Eker Lokantasında ailece her damak tadına uygun farklı alternatiflerin olduğu yemeğinizi bir güzel yiyeceksiniz. Yemeğin üzerine tahinli ve cevizli kabak tatlısını muhakkak yemeniz gerekir. Yemekten sonra Kanuni Sultan Süleyman’ın damadı Rüstem Paşa tarafından yaptırılan Rüstem Paşa camiinin şadırvanında buz gibi su ile abdest alıp namazlarınızı eda ettiğinizde artık vaktin tamamlandığını Sapanca’nın balkonuna çıkma zamanının geldiğini söyleyebilirim.
Nafiz Aksu “Ne tepeler tırmandık, ne tepeler seninle, gecelere ıslıklarımızla meydan okuyarak… kırağılar buza dönüşmeye başladığında, şafaklara yuva kurduk eteklerinle” diyor ama biz tepelerin eteğindeki şehir merkezine değil yuva kurulmuş zirvelerine yolculuk yaptırmak istiyorum sizleri.
Sapanca’nın içinden arabanızla yola çıktığınızda İlmiye, Fevziye, Şükriye, Memnuniye, İkramiye tabelalarını takip ederek ceviz ağaçları ve fındık bahçelerinin arasından İlmiye’deki villaları geride bırakarak Şükriye köyüne yol alırsınız. Günümüzde insanların yoğun olarak yaşadığı köy merkezi değil eski Şükriye köyüne (Murat Köprüsü) çıkacaksınız. Bir zamanlar Osmanlı döneminde Rumların yaşadığı daha sonra Kafkasya’dan Batum’dan gelen göçmenlerin yerleştirildiği bu eski yerleşim yeri Şehrin taraçası, Sapanca’nın balkonu gibi her yeri görebileceğiniz bir coğrafi güzelliğe ve özelliğe sahip bulunuyor. Bu köyde Batumi göçmenlerinin dostluğu, muhabbeti, samimiyeti sizi doğup büyüdüğünüz toprakların kokusunu almanızı sağlayacaktır.
Yukarıdan çok yukarıdan İnsanlara değil ama hayata, ya da bir şehre tepeden bakmanın çok güzel bir duygu olduğunu anlıyorsunuz köyde. Burada kestane ve ıhlamur ağaçlarının arasından uçsuz bucaksız fındık bahçelerinin olduğunu göreceksiniz. Yeşilin laciverte çalan renklere büründüğü ikindi vakti Sapanca Gölü’nü temaşa edecek ve ovanın ortasından yılan gibi kıvrıla kıvrıla akıp giden Sakarya Nehri’ne güneşin yansıması ile kilometrelerce uzaktan seyr etme lütfuna ereceksiniz. Bu manzara karşısında hemen dilinizden Necip Fazıl Üstad’ın :
“İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak” dizeleri dökülüverecek. Şehre tepeden baktığınızda Sakarya’nın ve Sapanca’nın bir başka güzel olduğuna şahitlik edecek ve bu şehre olan muhabbetinizin
“Şehre tepeden bakmak gibiydi onu sevmek.
Uykulu sesinde bahçelerle tanış olmak gibiydi” diyerek mırıldandığınızı hissedeceksiniz. Sapanca’nın balkonunda yer alan kestane ve ıhlamur ağaçlarının olduğu yerde kuracağınız bir kamp çadırında akşamı karşılayacak, odun ateşinde kaynattığınız çayı yudumlarken şehrin ışıklarının size uzaktan göz kırptığını göreceksiniz. Akşam ilerlemeye başladığında yağmaya başlayan çiğ taneleri sizi çocukluğunuzda dağda harman yerinde yattığınız günlere götürecektir. Gecenin ilerleyen saatlerinde kamp çadırının önüne serdiğiniz kilimin üzerine çocuklarınız ile uzanıp gökyüzünü seyr etmeye başladığınızda gökyüzünde binlerce yıldızın yanıp sönerek sizi selamladığına şahitlik edeceksiniz.
Gökteki binlerce yıldızı tutmak için elinizi uzatmak isteyeceksiniz, elinizi her uzattığınızda bir yıldızın kaymasına şahitlik edecek Cahit Sıtkı Tarancı’nın Avuçlarıma sığmıyor yıldızlar şiiri döküverecek dilinizden:
“Öyle dalmışım ki bu akşamüstü,
Komşu arsadır gözümde gökyüzü.
Ben dünyadan bihaber bir çocuğum,
Kayıp zıpzıplarımı arıyorum.
Koşun çocuklar, koşun komşu kızlar,
Avuçlarıma sığmıyor yıldızlar”
Büyük şehirlerin ışık cümbüşü ve gürültüsünden uzakta doğanın içinde ruhunuzun dinlendiğini ve özgürlüğüne kavuştuğunu hissedecek ve aklınızdan Tunç Kuyucu’nun:
“Ah!
Bir imkanım olsaydı da tutunsaydım yıldızlara
Hep orada kalsaydım
Bitseydi tutsaklığım karanlığa
Işıklarında arasaydım sevgiyi
Bir daha uğramasaydım yalan dünyaya” dizeleri geçecektir. Yıldızlara tutunmanın ne demek olduğunu o gece orada göreceksiniz. Sapanca’nın balkonundan baktığınızda vadinin içindeki Fevziye köyünün tek tük yanan ışıkları size el sallayacak, Akçay’ın ışıkları sevda mektubu gönderecek, Hacımercan’ın ışıkları şarkılar söyleyecek, Serdivan, Arifiye ve hülasa Sakarya’nın ışıkları sevdiğine göz kırpan bir aşık gibi uzaktan yanıp sönerek aşkını ilan ettiğini görecek İsmet Özel’in .
“Bir şehrin uzak semtleri gibi gözlerin
üzgün, kara, ayaklanmaya hazır” dizelerini okuyacaksınız çocuklarınıza. Buradan Sapanca’nın balkonundan şehre baktığınızda sevdiklerinizin bu manzarayı görememe ihtimaline karşı içinizden şu duygular geçecek “Gece çok güzel görünüyor, ama uzak kokuyor şehrin ışıkları, biliyorum bu gece gelmeyeceksin, bu muhteşem manzarayı göremeyeceksin” diyeceksiniz. Bu düşüncelerin cirit attığı beyninizin artık yorulduğu dinlenme zamanı geldiğini hissedecek ve çocuklarınız ile kamp çadırına girerek gecenin sessizliğini dinlemeye başlayacaksınız. Gecenin dinginliğini uzaklardan orman içinden gelen çakal sesleri bozacak, çakal seslerini duyan köylerdeki köpeklerin karşılıklı sesleri arasında derin bir uykuya dalacaksınız.
Sabah ezanı ile birlikte vücudunuzun her zerresinin dinlenmiş, arınmış ve güçlenmiş bir şekilde uyanacak, sabah güneşinin çıkmasını seyr etmek için beklemeye başlayacaksınız. Güneş’in doğuşunun bir sanat eseri titizliğinde seyr edileceği ve insana zevk verecek ben hayatımda iki nokta tanıdım. Birincisi Mısır’da Sina Çölünde bulunan Hz. Musa’nın çıkmış olduğu Tur Dağının tepesinde, ikincisi de Sapanca’nın balkonu olarak gördüğüm bu mekandır. Burada gördüğüm güneşin doğuşunu Ahmet Hamdi Tanpınar Zaman Kırıntıları’nda şöyle tarif eder: “Güneş ayna ayna, güneş pul pul, Güneş saçlarınla oynar Omzundan tutar giydirir seni, sırtında tül olur belinde kemer, Boynunda inci”
Write a comment: