Open/Close Menu Ben gelmedim davi için, benim işim sevi için...

Osmanlı Devleti’nin her dönemi içerisinde gizemi, bilgiyi, yüceliği ve geleneği barındıran değerler taşır. Ramazan geleneklerimiz asırlardır devam eden nesilden nesile aktarılan tecrübelerden oluşmaktadır. 1990’lı yıllardan sonra İstanbul’da Ramazan çadırları ile birlikte geleneksel Ramazan adetleri ve eğlenceleri adı altında etkinlikler yapılmaya başlanmıştır. Günümüzde özellikle yerel yönetimlerin gerçekleştirdiği Ramazan etkinlikleri arasında yer alan eğlence kültürünün büyük çoğunluğunun Osmanlı dönemi Ramazan eğlenceleriyle uzaktan ve yakından alakası olmayan sonradan türetilmiş etkinlik biçimidir.

Eski İstanbul Ramazan kültürü hakkında küçük bir inceleme yaptığımızda İstanbul halkının Ramazanı bir bayram havası içinde karşıladığını, sosyal hayatta bir canlılık ve şehrin görüntüsünde panoramik bir aydınlık meydana getirdiğini gözlemlemekteyiz. Bu gözlemimizi Devlet-i Ali’nin “Lale Devri” tabir edilen 18. asrın başından aynı asrın sonuna kadar olan dönem içersindeki İstanbul’un Ramazan kültürünü burada belirmekte fayda vardır.

Bu dönemde Osmanlı Devleti İstanbul halkının huzurlu bir Ramazan geçirmesi için idari ve beledi işlerde bir ay öncesinde hazırlıklar başlatılırdı. Ramazan ayının başlamasından birkaç gün önce “Ramazan Tenbihnâmesi” yayınlanırdı. Tenbihname ile halkın güvenliğinin sağlanması, Ramazan ayı dolayısı ile gıda ürünlerine zam yapılmaması, halkın eğlence ve ibadetlerini sağlıklı şekilde yerine getirebilmesi için önlemler alınırdı.

İstanbul’da yaşayanlar Saray, konak ve evlerde bir ay öncesinden Ramazan hazırlıklarına başlar, alış verişler yapılır, temel gıda ihtiyaçları ve hediyeler alınırdı. Mahalledeki dul, yetim ve fakir ailelere Ramazan için alınan “Ramazâniye” adı verilen hediye paketleri gönderilirdi.

Ramazan ayı gelince İstanbul’daki büyük camiler adeta karnaval yerine dönerdi. Ramazan ayının geldiğini simgeleyen mahyaların hazırlığı aylar öncesi başlar ve Ramazan’ın ilk arife gecesi bütün mahyalar İstanbul’u ve üzerinde yaşayan güzel insanları selamlardı. “Hoş Geldin Ya Şehr-i Ramazan” Mahyâ, özellikle Ramazan ayında birden fazla minaresi olan camilerin iki minaresi arasına konulan ışıklı yazıya verilen addır. Osmanlılar döneminde yağ kandilleri ile yapılan mahyalar, günümüzde elektrik ampulleri ile yapılmaktadır.

Ramazan davetleri eski İstanbul geleneğinde çok önemli bir yer tutmaktadır. Saray, konak ve evlerde imkânlar dâhilinde eş, dost ve akrabalar iftara davet edilir ve davetlilere en güzel ikramlar sunulurdu. İftar sofralarının en tatlı taraflarından birisi davet edilen misafire ikramlardan sonra yolcu edilirken kendilerine “Diş Kirası” adı verilen hediyeler verilmesidir.
Diş kirası geleneği, sadece köşk ve konakların davetlerine has bir âdet değil, davet eden orta halli kişinin dahi uymaya gayret gösterdiği bir incelikti. İftara davet ettikleri zengin fakir herkese evden ayrılırlarken diş kirası olarak bir miktar para veya kıymetli bir eşyayı hediye verirlerdi. Sanki iftara iştirak etmekle, gelenler, dişlerini davet sahibinin zevkine kiralamış oluyorlar ve bu kira bedeli hemen orada ödeniyordu! Misafirler iftarını edip teravihe gitmek üzereyken, hâne sahibi tarafından kadife keseler içerisinde gümüş tabaklar, kehribar tespihler, Oltu taşlı ağızlıklar, gümüş yüzükler diş kirası olarak hediye edilirdi. Fakir fukaraya ise, hane sahibinin zenginliğine ve cömertliğine bağlı olarak, gümüş akçe veya altın paralar bir kadife kese içerisinde sunulurdu.

Ramazan ayı ile birlikte şehrayinler başlar, akşam ezanıyla birlikte minarelerde mahyalar yakılır, iftar ve sahur zamanları top atılmasıyla selamlanırdı. Hele sahurlarda İstanbul sokaklarında dolaşarak manilerin en lirik olanını söyleyen davulcular o günün şartlarında birer sanatçı olarak görülürlerdi. Osmanlı elinde mamurlaşmış bu şehirde Ramazan eğlenceleri bir başka olurdu. Zevkin, sanatın ve zarafetin inceliğini kendisinde barındıran İstanbul halkı Ramazan boyunca ziyafetler, sazlar, sözler, mehterler, çengiler, köçekçeler, pişekar, kavuklu, hokkabaz, cambaz, Hacivat, Karagöz ve Keloğlan karakterleriyle eğlenceye doyarlardı.

İstanbul topografyası içerisinde coğrafi konumunun etkisiyle tepeler üzerine kurulmuş bir şehirdir. Bu şehir yarım adalardan oluşan yapısı dolayısıyla deniz ile her mevsim cilveleşen bir bir duruşu vardır. Ramazan ayı ile birlikte İstanbul’un en güzel şehrayini başlardı. Şehrayin; “şehir’ ve ‘âyin’ kelimelerinden müteşekkil olup ‘şehir eğlenceleri, şehir kutlamaları/süslemeleri’ anlamlarına gelir. İstanbul tepeleri üzerinde ve deniz kanarında bulunan büyük camiler ki bunlar: Ayasofya, Sultanahmet, Nuruosmniye, Süleymaniye, Fatih, Eyüp Sultan, Yeni Cami, Tophane, Cihangir, Sinan Paşa, Mihrimah Sultan ve Yeni Valide Camileri ile diğer küçük camiler ve mescitler Ramazan ayı boyunca bulunduğu semtin toplar damarı, hayatın dolu dolu yaşanıldığı eğlencenin ve uhrevi zevkin tadına varıldığı panayır yeri, her türlü insanın bulunduğu karnaval alanına benzerdi. Eski Ramazanlarda cami merkezli bir gündelik hayat yaşanırdı.

Akşam olup ay ışığının tabiatın üstüne doğduğu mehtaplı gecelerde fenerler, meşaleler, renkli fanuslar ve mumlarla aydınlatılan camiler, adeta buğulu şavkı ile İstanbul’u yıkayan ay ışığı ile bu meşaleler, fanuslar, fenerler ve mumlar arasında gizli bir Galatasaray ve Fenerbahçe rekabeti ve yarışı başlamış olurdu. Camilerin iki minaresi arasındaki mahyalardan süzülen ışık süzmesi yapılaşmanın bugünkü kadar yüksek olmadığı bu dönemde sokak aralarından Haliç ve Boğaziçi sularına kadar sevgilisine koşarak kavuşmaya çalışan aşık misali vuslata ererdi.

Süleymaniye ve Cihangir Camilerinin bulunduğu mekândan Haliç ve Boğaziçi’nde şinaverlik (yüzen) eden fenerlerle aydınlatılmış kayıkları seyretmek mehtabın alacasında vuslatların en güzelidir. Galata ile Eminönü arasında, Eyüp Sultan İskelesi çevresinde, Üsküdar iskelesi ile Beşiktaş ve Eminönü arasında Ramazan akşamlarında insanları taşıyan fener ve mumlarla aydınlatılmış kayıkların her küreğe asılıştaki ve dalgaların hareketli hali kıyıdan ve tepelerden bakıldığında Boğaz suları adeta yanıp tutuşur, Boğaziçi ve Haliç sanki alev alır, birbirini kovalayan bu fenerli kayıklar yavaş yavaş sularla kayıp gider, bu olay Boğaziçi’nde kurulmuş bir su üstü Şehrayini ‘ni oluştururdu.

Boğaz sularında yüzen kayıklardaki yolcular şehrin tepelerindeki ve Boğaz kıyılarındaki camilere ve çevresindeki aydınlık ve ihtişama, sosyal hayatın canlılığına baktıkça günümüz Hollywood filmlerini seyreder gibi dikkatli ve keyf alan gözlerle bakarlardı.

İstanbul’un Yeditepe’sinden, Beyoğlu ve Üsküdar’dan yükselen ışık süzmelerinin sudaki aksi hiçbir devirde ve hiçbir şehre bu kadar yakışmamıştır. 18. Yüzyıl öncesi eğlence kültürü bu devirdeki kadar yaygın değildi. Bu yüzyılın sonundan itibaren yüksek yapılaşma ve mimari bozukluklar meydana gelmeye başlamıştır. Dolayısıyla 18. Asır İstanbul Ramazan kültürü ve eğlenceleri, camilerin aydınlatılmaları Osmanlı İstanbul’una ve Boğaziçi sularına mührünü vurmuştur.

18. asır İstanbul gündelik hayatında Ramazan kültürü her devre anlatılması gereken, mistik eğlencelerin, uhrevi zevklerin en güzelinin yaşandığı bir dönem olarak tarih sayfalarındaki yerini almıştır.

Hülasa “Ah O Eski Ramazanlar..” dendiğinde hatırlanması gereken Ramazan kültürünün yaşandığı ve geçmişe özlemlerimizi yinelediğimiz devir 18. Asır İstanbul Ramazanları olarak sonsuza kadar dimağlarımızda yer etmeye devam edecek.

Write a comment:

*

Your email address will not be published.

© 2020 - Mehmet Mazak

logo-footer