Open/Close Menu Ben gelmedim davi için, benim işim sevi için...

Bazı semtler ve şehirler vardır insana güç verir, yaşama azmi verir, kültür ve medeniyet birikimi kazandırır, hülasa sizi siz yapan değerler tohumunun atıldığı yerlerdir bu semtler ama siz bunu çok ama çok geç anlarsınız. Yahya Kemal’in ifadesi ile “Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer” diyor ya işte Fatih ilçesi benim hayatımda çok özel duygusal kırılmaların olduğu ve hayatımın şekillenmesinde derin izleri içerisinde barındıran bir yerdir.

Seksenlerin başında henüz 12 yaşında Anadolu’nun toprak damlı evinden İstanbul gibi bir metropole yatılı olarak okumak için geleceksiniz ve baba ocağını, ana kucağını özlemeyeceksiniz bu mümkün mü? Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun İstanbul Masalı şiirinde
“İstanbul deyince aklıma bir masal gelir
Bir varmış, bir yokmuş
Anadolu’da toprak damlı bir evde çocukluğum
Gülcemalle gider İstanbul’a
Gülcemalle gelir”

Benim hatıralarımda Gülcemal ile değil hasret ve acılar ile doludur bu yolculuklar. 1983 yılında Bahçelievler Haznedar’da Kur’an Kursu’nda yatılı okumak için çıkılan bu yolculuk sayesinde ekilecek olan tohumların yeşerip kök salacağını bende bilemezdim. O 1983-84 yıllarında İstanbul’daki bir yılımda kurs hayatını değil hafta sonu Fatih İskenderpaşa’da Sarıgüzel Caddesinde hafta sonu geçirdiğim günlerin hatırası hala yaşar belleğimde. Ah o Sarıgüzel caddesindeki ahşap binanın birinci katında geçen zamanı geri getirebilsek, bize neler anlatır neler. Üniversite öğrencilerinin kaldığı bu derme çatma bina ve evde Erdemli’den Seraceddin Abimiz olduğu için yeğeniyle birlikte bizi hafta sonu misafir ederdi. Bizde Sarıgüzel caddesindeki bu ahşap evin sıcaklığını samimiyetini yaşamak için her hafta sonunu iple çekerdik. Bugün siyasi ve basın dünyamızın önde gelen kişileri arasında yer alan bu evin sakinlerinden bazıları 12-13 yaşındaki üç-dört çocuğu tanımasalar da benim belleğimde bunların yeri hala korunuyor.
Üniversite talebelerinin haftalık sohbetleri olurdu bu ahşap evde, ben sohbeti çok merak etmezdim de sohbet sonunda çayın yanında ikram edilen fındıklı bisküvilerin tadı hala damağımda… lezzetini nasıl tarif etsem günümüzdeki hanımelleri bisküvisine benzerdi tatları…

Hafta sonu hemen yanımızda olan İskenderpaşa camiine gider vakit namazlarımızı eda ederdik. Çok kalabalık olurdu cami, bir anlam veremezdim o yaşta, tabiki sonradan idrak ediyorum ki; bir cemaatin merkezi konumundaymış bu cami… Mehmet Zahit Kotku Hz.lerinin kokusunu taşıyormuş, Sarıgüzel Caddesi bizim gelişim ve kültürümüzün oluşmasında okul görevi görmüş… Sarıgüzel caddesinde ki bu ahşap evde sabah kahvaltılarının yeri bir başka tütüyor burnumda… oturduğumuz ahşap evin hemen alt katı bakkal dükkanı olmasına rağmen sabah kahvaltıları için ekmek, yumurta, peynir ve zeytin için bir alt sokaktaki bakkala giderdik, niçin o yakındaki değilde uzaktaki bakkala giderdik bilmiyorum… Ama bildiğim ve hatırladım bir şey var oda bakkal amcanın ekmeklerinin kokusu hala içerimde yer ediyor. Sarıgüzel caddesindeki ahşap evdeki kahvaltıların keyfini hayatım boyunca hiç unutamadım, soframız zengin olmazdı ama o sıcaklık ve samimiyet beni yıllar sonra o günlere götürüyorsa zengin bir sofraymış gerçekten.
Kahvaltı sonrası Pazar gezmelerimiz olurdu, tabiki yürüyerek… Fevzipaşa Caddesini ve Millet Kütüphanesini hep hatırlamışımdır. Soğuk kış günlerinde PTT’nin hemen yanındaki salepçide salep içmek için girdiğimiz kuyruklar hala gözümde uzayıp gidiyor. Hatırlıyorum o günlerde TRT’nin dışında TV yoktu ve tek kanaldı “Atlantisten Gelen Adam” diye bir diziye mümtela olmuştuk arkadaşım, Necati, Hasan ve Halis ile… Evde TV olmadığı için salepçide seyr ederdik diziyi.

Fatih Camii, Çarşamba, Yavuz Selim camii, Haliç, Beyazıt, Sultanahmet, Sirkeci, Eminönü, Fındıkzade, Aksaray, Edirnekapı, Karagümrük küçük adımlarımız ile ileride atacağımız büyük adımların hazırlığını yaptığımızı bilmeden arşınlardık İstanbul’u. Bu hafta sonu gezmelerinin sonuna yaklaştığımız zamanlarda Malta’ta bir fırında lahmacun ve pide keyfini anlatamam sizlere, o fırındaki pide ve lahmacunun biz çocuklara verdiği hazzı ancak yetişkin bir insan olup çocuklarım olunca oğlumun lahmacun ve etli ekmek yerken ki aldığı keyifte görebildim bizim aldığımız o keyfi… Çarşamba’da bir yurt vardı imam hatip öğrencilerini kaldığı. Yurdun Müdürü ve müdür yardımcısı (gece sorumlusu) hemşerimiz olduğu için her hafta sonu dolaşıp yorulduğumuzda yanlarına giderdik. Onlarda bizim karnımızı doyururlardı tabiki. Onları Müdürlerimizi seviyorduk kuşkusuz ama yemeği sanki daha çok seviyorduk. Evet o yurt İlim Yayma Cemiyeti İstanbul İmam Hatip Yurduydu.. Ne güzel bir yer ki, böyle vatan evladı yetiştiren mekânlar bizim yolumuz uğrağımız olmuş… O yurt Müdürü Hasan Bozkurt Hocam idi. Çarşamba, Malta, İskenderpaşa, çocukluğumun gıdalanmasında yetişmesinde etkili olan semtler.. Fatih ilçesi yani Suriçi semtleri benim henüz 12 yaşındaki küçücük bedenim üzerinde derinlemesine iz bırakan semt.

Fatih Harbiye kitabında Peyami Safa ; “Neriman son zamanlarda Doğu medeniyeti ve ona ait her şeyden nefret etmekte buna karşılık Batı medeniyeti ve ona ait her şeye sevgi ve hayranlık duymaktadır. Bu yüzden İstanbul’da batının etkilerini en çok üzerinde taşıyan Beyoğlu semtine karşı aşırı sevgi duyar ve her fırsatta evlerinin bulunduğu Fatih’ten tramvayla oraya dolaşmaya gider.” der. İnsanlar ne ile beslenmek ve gıdalanmak isterse onu arar kuşkusuz. Ben batı medeniyetinden ziyade doğu medeniyeti yani kimliğimizi aradım hep İstanbul’da. Kültür ve medeniyetimizin izlerini takip edip onun peşinde daha o yaşlarda adımlar atmaya gayret gösteriyorduk.

İstanbul’a geldiğimde henüz 12 yaşın vermiş olduğu acı ile zaman hızla akıp geçmese de bir gün Sirkeci’de yüreğimdeki acıların ve ayrılığın ateşinin harlandığına şahit oldum. Babam yurt dışında Fransa’da gurbetçi olarak çalışıyordu yıllardır. İzine gelmiş Anam ve kardeşlerim için pasaport ve vize çıkartmış ben henüz ne olduğunu anlamadan Sirkeci Garında onların Fransa’ya gidişine el sallayamadığımı içerimde ayrılık ateşinin kora dönüştüğünü ve İstanbul’un artık beni sıktığına, bunalttığına tanıklık etmekteydi kalbim.

On iki yaşın vermiş olduğu çaresizlik içerisinde İstanbul’a bu güzel şehre kalbim ile buğz ettiğimi hatırlıyorum. Buradan bu şehirden kurtulmak Toroslara çıkmak özgürce koşturmak, avazım çıktığı kadar bağırmak, haykırmak istiyordum. Ana-babam ve kardeşlerim Toroslarda olmasa da akrabalarım, yaşıtlarım arkadaşlarım vardı oralarda. Şairin ifadesi ile; “Bu şehr-i Sitanbûl ki bî-misl ü behâdır. Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedadır” bu şehrin kıymetini bilememenin verdiği muzdariplikle uğruna acem ülkesi feda edilecek bu şehre İstanbul’a Toroslardaki derme çatma bir köyü tercih etmiştim henüz 12 yaşımda…

Ardıma bakmadan gidiyorum bu şehirden bir haziran günü Toros dağlarındaki babaocağına doğru. Ve İstanbul’dan bir haziran günü Sirkeci’den vapura binerek şehrin bütün ihtişamını ve silüetini gönlüme nakş ederek Harem’den beni memleketime götürecek otobüse binip yolan çıkışım bugün hala hatıralarımda gevrek bir yer ediyor… İşte Sirkeci-Harem arasında vapurdan gördüğüm manzara beni o kadar etkilemişti ki; İtalyan edip ve seyyah Edmondo de Amicis İstanbul’u ilk görüşünde “İstanbul’a bir bakışımı bir imparatorluğa değişmem” sözünü yıllar sonra okuduğumda bu yolculuğu hatırlayacaktım.

İstanbul’dan kaçışı kurtuluş ve özgürlük olarak görmüştüm küçük bedenimde ancak aradan geçen bir kaç yılda içerime atılmış İstanbul sevda ve aşk tohumlarının yeşermeye başladığı, artık kabına sığamaz bir hal almaya başladığı görmüştüm hayatımda. İşte böyle İstanbul sancıları çektiğim bir demde aklıma eski bir İstanbul deyimi- sözü geldi:”Şehri gezmeye gelip Tophane Çeşmesinden su içenin vay haline, dünyanın neresine giderse gitsin yüreğine İstanbul sevdası düşer ve bu sevdanın peşinden tekrar bu şehre geri döner sevdiğini görmek için” der. Benim içimdeki sevda o kadar acı vermeye başlamıştı ki dayanılacak gibi değil. Hemşerim Ümit Yaşar Oğuzcan’ın Üstüme Varma İstanbul şiiri eşliğinde yine bir haziran günü aradan yedi sene geçtikten sonra İstanbul’a sevdiğime kavuşmak için geldiğimi hatırlıyorum:
Ne diyordu şair: ”Sana geldim, içim ümitlerle dolu
Beni sarhoş etme İstanbul, ne olur
Bir gün ben de eririm caddelerinde
Çürür kemiklerim adım unutulur
Yine sen kalırsın dipdiri, sımsıcak
Göğü, bulutların, denizlerin kalır
Oynama İstanbul, benimle oynama
Bir gün öldürür beni bu dert, bu kahır
Ezilmiş ellerimin arasında başım
Bu yeryüzünde başka çarem kalmamış
İşte gelip kapılarına dayanmışım
Karşında yıkılmış bir duvar gibiyim
Beni sarhoş etme, başım dönüyor
Üstüme varma İstanbul, kederliyim.”
Hazirandır, yalnızlık gibi aşkın ortasındadır der ya H.Ergülen, yine aylardan Haziran’da ayrılık ayında içimde yanıp tutuşan sevdiğim şehir İstanbul’a kavuştum. Sirkeci’de Merzifonlu Kara Mustafa Paşa camiinde en güzel haberi alışımı hatırlıyorum, İstanbul’da üniversite okuyacaktım artık.
Üniversite yıllarımda kalacağımız yer konusunda çalışmalarımız neticesinde kader beni tekrar kaldırım ve sokaklarını adımladığım Fatih’e götürdü. Fatih’e semtin atardamarı kalbi Fatih Külliyesi içinde yer alan Sahn-ı Seman Medreseleri olarak kullanılmış olan bu eğitim yuvası benimde yuvam olmuştu.
Şimdi Sahn-ı Seman Medreseleri ve Fatih camii hakkında hemen bilgi araştırmaya başladım ve bu bilgileri kısaca sizler ile burada paylaşmak isterim:
“Fatih Külliyesi; Fatih’te Fevzi Paşa Caddesi üzerinde bulunan ve geniş bir alan üzerine yayılan kompleks; Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra İstanbul’da inşa edilmiş ilk külliyedir. Cami, medrese, darüşşifa, hamam, çarşı, kütüphane ve türbelerin de içinde olduğu büyük bir külliye olma vasfını taşıyan mekân, 1463–1470 yılları arasında ilk inşa edildiği zamanki özgün biçimini büyük ölçüde yitirmiştir.
Külliyenin ana elemanı olan cami; 1509, 1557, 1754 meydana gelen depremler sonrası büyük hasar görmüş ve her seferinde tekrardan ihya edilmiştir. Ama 1766 yılında gerçekleşen depremden sonra yapının ana kubbesinin çökmesi ve duvarlarının büyük zarar görmesi üzerine; günümüzdeki cami, 1767 yılında III.Mustafa’nın emri ile Mimar Mehmed Tahir Ağa’ya inşa ettirilmiştir. Cami inşa edilirken yıkılan caminin mimari özelliklerine sadık kalınmamış,  dönemin mimari üslubunun klasik üslupla harmanlanması sonucu günümüzdeki yapı meydana gelmiştir. 19 yy.a kadar tek şerefeye sahip iki minaresi olan caminin minarelerine bu yüzyılda birer şerefe eklenmiş ve minareler yükseltilmiştir. Camiye 22 kubbesi olan revaklı iç avludan girilir. Caminin 26 m çapındaki ana kubbesi dört fil ayağı üzerine oturtulmuş, ana kubbeyi destekleyen yarım ve tam kubbelerle tavan örtüsü meydana getirilmiştir.
Fatih Sultan Mehmed Han, hanımı Gülbahar Hatun ve Sultan II. Mahmut’un annesi Nakşidil Sultan’a ait külliye türbeleri, geçekleşen depremlerden etkilenmiş ve özgün biçimlerinin yitirmiştir. Külliye haziresinde ise içinde ünlü simalarında bulunduğu pek çok kişi medfundur. Osmanlı kültürünün İstanbul üzerindeki etkisini artıran bu kültür ve ibadet mekanı insanın ruhuna nüfus eden bir yapı tarzıdır.
Medreseler, Fatih Camii’nin iki tarafında sıralanmıştır. Bunların dördü güneyde, diğer dördü de kuzeydedir. Yüksek öğrenim verilen Sahn-ı Seman medreselerine girebilmek için, ilk eğitimin verildiği İbtida-i hariç ve orta dereceli eğitimin verildiği dahil medreselerini bitirmek gerekirdi, Sahn-ı Seman’a girenler, önce Tetimme medresesine alınırdı. Bu medrese Sahn-ı Seman’ın idadisi durumundadır. Medreselerde hücre sahipliğine hak kazanan öğrenciler ulemadan sayılırdı.
Derslerin nasıl bir sıra takip edeceği, sınıfların ayrımı, kısaca eğitim programı, Sultan Fatih Mehmed’in Türkistan’dan getirttiği bilginler, Ali Kuşçu ve Molla Hüsrev tarafından düzenlenmiştir. Okutulan derslerden hadis ve tefsir bölümü başlı başına bir ihtisas alanıydı. Bunlardan başka, fıkıh, kelam, Arap edebiyatı, tabiiyat, riyaziyat, tıp gibi dersler de okutulurdu. Sahn-ı Seman’ı bitirenler, müderris, kadı, hakim ve devletin diğer bütün hizmetlerinde görev alabilecek düzeyde sayılırdı. Tanzimat’la birlikte, değişik meslekler için okullar açıldığından medrese eğitimi görenler için yalnızca ilmiye, bölümü kaldı. Gün geçtikçe eski ilgisini kaybeden Sahn-ı Seman medresesi, Cumhuriyet döneminde diğer medreseler gibi kapatılmıştır.”
İkinci İstanbul vuslatımdan sonra İstanbul’un Fatih’i Sultan Mehmet Han’a komşu olmuştum. Yedi yıl buyunca bu şehre tekrar kavuşabilmek için geceleri yorgan altında etmiş olduğum yakarışlar karşılığını bulmuş benim gibi sırtını dönerek terk ettiği İstanbul şehrine, şehrin Fatih’ine komşu olarak dönmek nasip olmuştu.
Fatih Camii külliyesinde geçirdiğim bir yıl hayatımın şekillenmesinde kalıcı dostlukların edinilmesinde, tarih, kültür ve medeniyetimize bakışımda ve algılayışımda bana çok şey kattı bana. Burada kaldığım zamanlarda Molla Hüsrev’i, Ali Kuşcu’yu daha nice hocaları ve onun talebelerinin derinliklerdeki sesini duymak istemiş ve hissetmişimdir. Sahınlardaki odalarda dörder kişi olarak kalınan odalardaki kerdeşlik ilişkileri aradan uzun yıllar geçmesine rağmen hala canlılığını korumaktadır. Seher vakti sabah ezanı ile birlikte uykulu gözler ile alınan abdest ve sabah mahmurluğu ile Fatih Camiinde kılınan namazın lezzetini hala hissederim yüreğimde. Her sabah Şehit Metin Yüksel’in şahadeti tattığı mermer zeminin yanından geçmek ve onu yad etmek duygusu kamçılardı bizleri.
Hülasa bu semt, bu sokaklar, bu kaldırımlar “Hatıralarımda Beni Büyüten Şehir FATİH” olarak karşıma çıkmaktadır.
Ben bu şehirde İstanbul’da yaşıyorum hala, yaşamaya devam edeceğim. Bu şehre sadece bendeğil bütün dünya hayrandır.

Alman Şehir Plancısı Moltke Cami ve minarelerimiz için şöyle söyler: “Göklere tırmanan minareler, sayısız kurşun kubbeler, hayran olunacak şekilde tabiatın içine yerleştirilmiş.”
İstanbul’un güzelliği karşısında GyIIius “Dünyadaki bütün şehirIer yok oIabiIir fakat İstanbuI gönüIIerde yaşamaya devam eder.” derken Anton von Prokesh,“İstanbuI yeryüzünün en güzeI şehridir.” İfadelerini kullanır.

Write a comment:

*

Your email address will not be published.

© 2020 - Mehmet Mazak

logo-footer