İstanbul şehrinin M.Ö. 667 yılında Sarayburnu civarında Megara Kralı Byzas tarafından kurulduğu bir çok tarihçinin ortak görüşü olarak bilinmektedir. İstanbul kurulduğu tarihten itibaren Anadolu ile ve burada neşvü nema bulan medeniyet ve topluluklar ile iki yoldan ulaşıma geçmiştir tarih boyunca. Bu ulaşım yollarını karadan ulaşım ve denizden ulaşım olarak ikiye ayırabiliriz. İstanbul’un Anadolu ve Doğu medeniyeti ile ulaşım ve ticaret yollarının birincisi deniz ulaşımı olup; bunuda ikiye ayırmamız gerekmektedir. İstanbul şehrinden kalkan bir gemi Boğaziçi’ni geçerek Karedeniz’e açılarak Anadolu ve Doğu ile ulaşım ve ticaret yapmaktaydı. Ayrıca diğer bir güzergah ise Marmara Denizine açılarak Anadolu’nun uzantısı kıyı şeritleri üzerinden veya Çanakkale Boğazı, Ege üzerinden Anadolu ve Doğu ile ticari ilişkiler ve her türlü ulaşım ve iletişim sağlanmaktaydı.
İstanbul şehrinin Anadolu ve Doğu Medeniyeti ile karayolu olarak tek bir ulaşım güzergahı bulunmaktaydı. İstanbul şehrinden yola çıkan bir kişi (kervan, ordu), Üsküdar’a geçer oradan Küçük ve Büyük Çamlıca tepeleri arasından Kısıklı’dan Bulgurlu, Ümraniye, Dudullu, Samandıra, Sultanbeyli’den geçerek ulaşmak istediği yere giderdi.
Bizans İmparatorluğu döneminde Gebze ile Üsküdar hattındaki en yüksek dağ olan Aydos Dağında Aydos Kalesinin inşa edilmesinin yegane sebebi, bu İstanbul ve Anadolu coğrafyasının karayolu olarak ana ulaşım aksı olmasından kaynaklanmıştır. Yunanca “Aetos” yani “Kartal” anlamına gelen kale hakikaten Kartal Yuvası gibi bulunduğu dağın konjektürel olarak en önemli noktasında Gebze ile Üsküdar arasındaki bütün coğrafyaya hakim bir konumda bugün hala varlığını devam ettirmektedir. Kervanların, Orduların ve yolcuların geçişini kontrol etmek üzere kuruluşmuş olan Aydos Kalesi 1328 yılında Orhan Gazi’nin komutanlarından Abdurhaman Gazi ve arkadaşları tarafından henüz erken Osmanlı döneminde feth edilmiş olması bölgenin stratejik olarak ne kadar önemli olduğunu anlamamız açısından burada belirtmek isterim.
İstanbul’un son yapılan Yenikapı kazılarındaki bulgulardanda anlaşılacağı üzere 7-8 bin yıllık tarihi, imparatorluklara başkentlik yapmış olması ile ne kadar ömneli bir tarih ve ticaret şehri olduğunu burada anlatmamıza gerek yoktur diye düşünüyorum.
Makele başlığımda belirttiğim üzere “Tarihin Ayak Seslerinin Remz Olduğu Topraklar Sultanbeyli” derken tabiki burada yüzyıllardır medeniyet kuruldu ve insanlar yaşadı tarihi şahsiyetler çıkardı demiyoruz. Ancak Şehr-i İstanbul ile Doğu Medeniyet ve şehirlerinin karayolu ile ana bağlantısı olması hasebiyle bir zamanlar bu Sultanbeyli topraklarından kimlerin gelip geçtiğini bir düşünmemiz gerekmektedir. Doğuya sefer yapan bütün Batı ordularının ve tabiki Bizans imparatorları ve askerlerinin bu topraklardan geçtiğini bilmemiz gerekmektdir. Batı medeniyeti ve ordularını bırakalım biz kendi kültür ve medeniyetimiz izlerini arayalım burada.
Peygember Efendimiz Hz. Muhammed’in; “İstanbul muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdar ne güzel hükümdar ve onun askerleri ne güzel askerlerdir.” hadis-i Şerifini bilen bütün İslam Hükümdar ve Kumandanları bu şehri fethetmek arzu ve gayreti ile pekçok teşebbüste bulunmuşlardır. Henüz Asr-ı Saadet Döneminde Hz. Osman zamanında İstanbul’a sefer düzenlendiğini biliyoruz. Daha sonraki yıllarda bir çok sefer düzenlenmiş İstanbul feth edilmesi için ki: Eyüb’el Ensari bu seferlerin birinde gelerek İstanbul surlarının dibinde şehit olmuştur.
Devlet-i Ali’nin kurucusu Osman Gazi ölüm döşeğinde oğlu Orhan Gazi’ye; “İstanbul’u al gülzar et.” diyerek vasiyette bulunması, İstanbul’un gönlünde nasıl yer ettiğini göstermesi bakımından önemlidir.
İstanbul fethinin “ilahi bir vaad” olduğu inancını taşıyan Osmanlılar, ısrarla bunun üzerinde durdular. 1391’den itibaren Sultan Yıldırım Bayezid Han 1402 yılına kadar şehri defaat ile kuşattı.
1411’de Şehzade Musa Çelebi, 1422 yılında Osmanlı Sultanı II. Murad Han ve 29 Mayıs 1453 yılında Sultann II. Mehmet’in İstanbul’u fethi ile fatih ünvanı almasıyla bu kutlu yolculuk tamamlanmış oldu.
O Fatih ki bir devir açık bir devir kapatan büyük komutan son seferine hazırlanırken Gebze’ye giderken bu Aydos kalesinin eteğindeki bu Sultanbeyli topraklarından geçmediğini söyleyebilirmiyiz? Veya Yavuz Sultan Selim Han’ın doğu seferlerine giderken Ordusu ile bu topraklardan geçtiğini biliyormuyuz? Başka büyük bir Sultan Kanuni’nin velhasıl Osmanlı Devleti’nin bütün doğu seferlerinde karayolu ile ana güzergah olan Samandıra- Sultanbeyli menzilinden bir zamanlar kimler gelip kimler geçmiştir bunları düşünmeli araştırmalı bugünün gençliğine ve insanlarımıza anlatmalıyız.
Osmanlı’nın ikinci Sultanı Orhan Gazi’den Sultan Mehmet Vahdettin’e kadar 35 padişah döneminde İstanbul ile Anadolu topraklarını birbirine bağlayan bu topraklardan dönemin bütün ticaret kervanlarının ve ordularının geçtiğini bilmemiz gerekmektedir. 1328 yılında bölgenin feth edilmesinden buyana geçen 689 senedir Anadolu ile İstanbul şehrinin birbirine bağlayan bu güzergahdaki yolları oluşturan toprağın derinliklerine kulak vermemiz gerekiyor.
“Tarihin Ayak Seslerinin Remz Olduğu Topraklar Sultanbeyli” derken işte tamda bundan bahis ediyorum. Yedi asırlık Türk yurdu ve yolu olan bu topraklara kulağımızı dayayıp, derinliklerinde ecdadımızın Dünyayı tidreten Ordusunun Mehter eşliğinde buradan geçtiğini duyabiliriz. Veya Astronomi bilgini Ali Kuşçu’nun çalışmalarının presnsiplerini görebiliriz. Şeyh Galip ve Hammamızade İsmail Dede Efendi’nin tınılarına kulak kabartabiliriz. Baki ve Nedim’in en seçkin Divan Edebiyatı şiirlerini terennüm edebiliriz.
Kimbilir Aydos’un çocukları belki bu düşüncelerimden yola çıkarak bu toprakların derinliklerine remz olmuş sesleri dinleyip duyduklarını kaleme almaya başlarlar ve Sultanbeyli’den şehre kültür ve medeniyetimizin tınıları ve eserleri hızla yayılır…
“İnsanlık, sonsuzluğun dışından, sonsuzluğa akan bir ışık nehridir. Şafağa ancak gecenin yolunu izleyerek ulaşabilir” diyor H. Cibran. Aydos’un çocuklarıda topraklarımızın altındaki sese kulak vererek hedefine ulaşacaktır. Biz güzelliği, iyiliği ve medeniyetimizin izinden gitmeyi ve yol göstermeyi tavsiye edebiliriz ancak okuyucularımıza. Ne diyor bu konuda Halil Cibran: “Güzelliğin şarkısını söylersen eğer, çölün ortasında tek başına olsan bile bir dinleyicin olacaktır”
Write a comment: